29 Mayıs 2009 Cuma

fried green tomatoes at the whistle stop cafe


lise 2 yazında arkadaşım önermişti ve ben az önce izledim bu filmi,ve de çook beğendim,keşke daha önce izleseydim.

- Papazın incil üzerine yemin ettiğine inanamıyorum.

-Aslında pek sayılmaz.Eğer yargıç daha yakından baksaydı, "Moby Dick"in bir kopyası olduğunu görebilirdi.

- Ama neden böyle bir şey yaptı?

- Seni yeniden kilisede görmenin vereceği tarif edilemez mutluluk için... Ki ona bunu senin pişmanlığının bir göstergesi olarak öneren bendim.

- Ona söz vermedin, değil mi?

- Evet,bayan. Verdim.Ve ben asla sözümden dönmem.

-Bin yıl bile yaşasam,seni asla affetmeyeceğim.

-Hangisi daha kötü bilmiyorum, kilise mi hapishane mi?

birisi blogunda şöyle demiş,hoşuma gitti çok...

" iki hikayeyi Idgie, farklı zamanlarda farklı kişilere kritik zamanlarda anlatır. Kritik zamanlar için insanın en azından iki üç hikayeye sahip olması gerektirdiğini düşündürtür insana."

19 Mayıs 2009 Salı

karin karakaşlı-radikal2 17/05/09

....Ağıtların coğrafyasında mükerrer acıları durduracak şey ne askeri “tedbir” ne de siyasi “önlem”. Bu ifadelerin hepsi tehlike tanımlıyor. Daha dilden başlayarak şiddeti meşru kılıyor insan. Onlar ya da kimileri diyerek... Belirsiz tehditkâr varlıklardan bahsedermişçesine, öteleyerek. İçlerinden görece güvenli bulduklarını da korucu diye adlandırırsın, sanki bir oyunmuş gibi. Tarih boyu böyle seçmece güvenli insanlar vardır, her daim ötelenenlere karşı silahlandırılan. Ve dolu silah uzun süre kınında durmaz....

......Rızaları dışında yaşadıkları yerlerinden koparılan tüm kavimler, sonrasında gelenlerin o huzursuz aidiyet arayışları, hep bastırılan örselenen kimlikler, annenin dilinin yasak bir şeye dönüşmesi, alfabenin kimi harflerinin açıklanamaz tehlikesi, doğduğun şehri söylediğinde değişen bakışlar, hepsi de taşa ve toprağa kazılı hakikatler....

.....Tek bir insanı doğrudan tanıdığında, artık bir daha onlar diye cümle kuramaman ve orada, öte olan yerde yaşanana, yaşatılana yüreğinin çarpması. Çünkü senin de bir canın var orada... Orası burasıdır o an....

....Sevdiğiniz herkes sizin için biri’dir. Biriciktir, eşsiz benzersiz bir birey. Onu artık hiçbir çoğul ekli kategoriye dahil edemezsiniz. Ve tersi de geçerli: “Kimileri” dediklerimiz anonim bir yığındır. Genel cümleleriniz vardır onlara dair kulaktan dolma. Tek bir insan tanımakla paramparça olacak yığınla önyargımız. O yüzden izin vermezler ya birbirimizi doğrudan tanımamıza. O yüzden hep sloganlar haykırarak kendi kompartımanlarımızda söylenmemizi isterler. Kimse kimsenin birisi olmasın diye.....

....Hikâye hep tek tek insanlardan ibaret diye düşünüyorum. Birini sevmek dünyanın en siyasi işidir. Sadece birini. Kimilerine inat....

12 Mayıs 2009 Salı

frida kahlo...


"kendi portrelerimi çiziyorum çünkü genellikle yalnızım çünkü ben kendimin en iyi tanıdığı insanım."


"acımı boğmak için içiyorum ama kahrolasıca yüzmeyi öğrendi ve şimdi bu akıllıca ve iyi davranış beni şaşkına çeviriyor."

10 Mayıs 2009 Pazar

24 Nisan

Ermeni müzisyen Gomidas
"Mevsim bahardı, ama buralara kar yağıyordu."

8 Mayıs 2009 Cuma

benlik kesintisi

az önce tek kelimeyle güzel,iki kelimeyle çok beğendim diyebileceğim bir yazı okudum,.ve de ne tesadüftür ki az önce 2 kere elektrikler kesildi fakat jeneratörün hışmına uğradı ve biz bugün ego üzerine uzun uzun konuştuk.her zman bu kadar güzel tesadüflerin adresi olmuyoruz...bu yüzden bloguma da yazmak istedim....

yazı uran apak'a ait.karga mayısta yayımlanmış.

çağımızda bütün egoları aynı anda yok edebilecek,herkesi bir hiçlik denizinde buluşturabilecek ne olabilir?

Toplumsal bir devrim mi?

Sanat mı?

Hayır,hiçbiri değil.Egoları silme gücüne sahip tek büyük güç elektrik kesintisidir.

Elektrik kesildi.Herkes şaşkın.Herkes biraz tedirgin.Herkesin içinde tuhaf bir rahatlama var.Şu an hiçbirimizin gösterecek bir yüzü yok,ispatlayacağı bir mesele yok.Bir an için belki birkaç an için hepimiz biriz.Ürperiyorum.Yüzdüğüm boşluk binlerce ruhla doluyor.Dalga dalga sürükleniyorsunuz karanlığıma.Büyü bozuluyor sonra,yavaş yavaş mumlar,çakmaklar yakılıyor,kimimiz sinirli bir kahkaha atıyor,kimimiz parlak flaslarla fotograf çekiyor.Suyun dibine gömülen benlikleriniz birer birer çıkıyor yüzeye.Bölünüyorsunuz gene binlerce benliğe.Binlerce benlik -neredeyse aynı olan ama asla tamamen bir olamayan.

Bense bu beklenmedik ziyaretten hoşnutum.Yalnızlığımı bir an için,belki birkaç an için dindiren elektrik kesintisine şükürler olsun.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

bell hooks


"büyük harf kullanmamasının sebebi kapitalizme olan tepkisidir. kapitalleştirilmiş her şeye karşıdır. capital letter'a bile."
"metinlerinde küçük harf kullanır metin içinde büyük harf küçük harf iktidarı olduğunu düşünür."

daisies-yıkım oyunu


güzel şeyler yazabilmek kadar güzel şeyler bulup alıntılamak da marifettiri düstur edinmiş bulunmaktayım:)
altyazı mayıs sayısı-senem aytaç yazısından alınmıştır...
papatyaların aynı ismini taşıyan 2 kadın karakteri filmin başında her şeyin kötüye gittiğini söyler ve kendileri de "kötü "olmaya karar verirler. jenerikte bir çark dönmekte ve müzik çalmaktadır,müzik biran kesilir ve karşımıza ham savaş görüntüleri gelir,bombalama görüntüleri..
marie 1 ve marie 2'nin kötülük oyunları,temel olarak yaşlı adamları kandırıp,onlara pahalı yemekler ısmarlatmak sonrasında da onları bir trene bindirerek atlatmaktır.Film boyunca defalarca oynadıkları bu oyun aslında "erkek egemen" dünyaya karşı bir meydan okuma oyunudur.pahalı restaurantlarda"uygunsuz" davranışlarda bulunmak,tıka basa yiyip içmek,sarhoş olup başkalarının masalarındaki yemek ve içkilere sarkmak,sahnedekilerden rol çalmak,kendi küçük dünyalarında oynadıkları bir anarşi oyunudur aynı zamanda.

çek yeni dalgasının en önemli kadın yönetmeni vera chytilovanın bu deeneysel filmi uçan süpürge film festivalinde gösterilecektir.bilginize...

Niye "Türkün aklı tuvalette..."?

Dün Dünya Tuvalet Günü'ydü, kutladınız mı? Tuvalet ki-hele de bizimkisi gibi yalnız kalma ihtiyacının bir tepki, bir tavır gibi algılandığı "birlikte yenecek, birlikte içilecek, birlikte oturulacak, birlikte sıkılınacak, illa birlikte, hep birlikte" aile düzenine sahip ülkelerde-çok mühim bir mevzu. Kimseyi kırmadan, üzmeden, incitmeden yalnız kalmanın yegane yolu.O yüzden yani "Türkün aklı tuvalette gelir" başına! Sadece orada, bir tek orada, hakikaten yalnız ve rahatsız edilmeden düşünebilir insan. Kitap ve dergi okumak için kütüphane kıvamında rahattır tuvalet. Çünkü kimse başını uzatıp okuduğunuzu okumaya, sohbet açmak için "Aaa, ne okuyorsun, bize de anlatsana" demeye kalkmaz.Tuvalet yani, ben hakikaten anlamıyorum, tuvalete bu kadar muhtaç insanların yaşadığı bir memlekette neden hala evin en ışık alan, en geniş odasına yapılmaz da, kenara köşeye tıkıştırılır? Ayıp!

Tuba Akyol'un 21/11/2004 milliyetteki yazısından alınmıştır.

5 Mayıs 2009 Salı

¨Dünyayı Aylaklık Kurtaracak, Bir Gün İşe Gitmemekle Başlayacak Her Şey¨


Yer/Mekan: Sirkeci Tren Garı
Başlama Tarihi:09. Mayıs. 2009 Açılış:18:00
Bitiş Tarihi: 24. Mayıs. 2009 Kapanış:18:00
Web Sitesi : http://www.gonulnuhoglu.com/

Gönül Nuhoğlu, Sirkeci Tren Garı’nda “Dünyayı Aylaklık Kurtaracak, Bir Gün İşe Gitmemekle Başlayacak Her Şey” başlıklı sergisini 9 – 24 Mayıs 2009 tarihleri arasında gerçekleştiriyor. Eski çağ Atina’sında çalışmak sadece kölelere özgü bir uğraş sayılıyordu. Bugün ise, dünya ekonomisini ve politikasını yönlendiren çıkarları için savaş çıkartmaktan bile çekinmeyen, insanları hasta edip sonra onları tedavi yöntemlerine köle eden tekeller, kalkınma, büyüme, refah toplumu olma hedefleri ile çağdaş tüketim kölelerini yarattılar.Gönül Nuhoğlu, izleyiciyi işe gidip gelirken en yoğun karmaşayı yaşadığı Sirkeci Gar’ında yakalıyor. Bir an durup bakmaya ve sorgulamaya çağırıyor. Gerçeğin ardındaki hakikatin farkında mıyız?Daha insanca, doğayı gözeten ve adil bir yaşam için bu denli tüketmediğimizde, bu kadar çok çalışmak zorunda kalır mıyız?


bu yazı da aynı paralelde yıldırım türker'den tembelliğe övgü
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=3454

29 Nisan 2009 Çarşamba

susan sontag

ekşi sözlükte zenizedi yazmış,ne güzel yazmış....

fotoğrafik imgelerle ilgili iki kitap yazdı. biri: fotoğraf üzerine*, diğeri ise başkalarının acısına bakmak*(ikisinde de tek bir fotoğraf yer almaz). basın fotoğrafçılığıyla hesaplaştı, onu yerden yere vurdu. haber fotoğraflarıyla insanlık acılarının estetize edilmesine karşı çıkıyordu. sontag’a göre fotoğraf toplumsal bilincimizi uyarırken bir yandan onu acımasızca öldürmekteydi. şok olma ve şaşırma duygularımız ise yavaş yavaş hadım ediliyordu bu footoğraflarla. deprem fotoğrafları, savaş fotoğrafları artık alışkanlık haline geliyor ve yabancılaşıyordu. savaş görselliği bu kadar ucuzlamamalıydı, hatta görsel bir şölene dönmemeliydi. fotoğraflar neye bakmamız gerektiğini ve neyin bakmaya değer olduğu fikrini bize deforme ederek sunuyordu. fotoğraf bir görme biçimini dayatmak, gerçekliği eğip bükmek ve ona deyim yerindeyse makyaj yapmaktı. kameranın önündeki savaş, ölüm, katliam bile olsa herşey estetik olarak ortaya konabilir ve pekala da pulitzer gibi ödüllerle taçlandırılabilirdi. kitaptan çekip alınmış herhangi bir paragraf okura nasıl birşey ifade etmezse, tek bir fotoğraf da acı ve vahşetin bütünlüğünden kopuk olmaya mahkumdu. özellikle "başkalarının acısına bakmak" kitabında amerikan iç savaşından, güney’de zencilerin linç edilmesine, auschwitz’den bosna, ruwanda ve 11 eylül’e tüm insanlık trajedilerinde fotografik imgeler üzerinden tarihe bakmanın yanılgısını ve başkalarının acısına nasıl duyarsızlaştığımızı anlattı hep sontag.tsunami her yanı yerle bir etti. insanlar öldü, bize acıyı yabancılaştıran fotoğraflar sergiye çıktı. bu fotoğrafların yanında küçük bir haber de yer alıyordu: "susan sontag öldü" diye. şüphesiz o haberi, o fotoğrafların yanına sıkıştıran kişinin sontag'ın görüşlerinden haberi bile yoktu. yoktu. çünkü olsaydı, bu kadar ironik bir haber yapmazdı.

23 Nisan 2009 Perşembe

bu sergiye gitmeliydim:(

/İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin Tarlabaşı Toplum Merkezi projesi kapsamında yürüttüğü Alternatif Sanat Atölyesi çalışmaları içinde yaklaşık 45 Tarlabaşılı çocuğa fotoğraf konulu kısa bir teknik eğitimin verilmesinden sonra çek-at makineleri dağıtılarak onlardan “ Tarlabaşı’nda Yaşam” konusu üzerinden fotoğraf çalışması yapmaları istendi. Çocukların yaptığı bu çalışmalar çok şaşırtıcı sonuçlar verdi.

“Tarlabaşı’nda Yaşam” konulu çalışma esnasında çocuklar bütün samimiyetleri, coşkuları ve doğrudan kendi algılarıyla en gerçekçi biçimde Tarlabaşı semtini yansıttılar.

Çocukların Tarlabaşı fotoğraf çalışmaları ‘Kentsel Dönüşüm’ konusunun gündeme geldiği günlerde gerçek Tarlabaşılıları görme olanağını da veriyor./

rengahenk.org

22 Nisan 2009 Çarşamba

/kimse kimsenin farkında değil.herkes bir hayat gailesi içinde,bir yerlere koşuşturma telaşı içinde.Kundera'nın "Hız yaratıcılığı öldürür,yavaşlık yaratıcılığı var eder" gibi bir sözü vardır/

altyazı-nisan-cemal şan

21 Nisan 2009 Salı

Müzmin muhalif-Noam Chomsky

Türkçe’de ‘Bir Muhalifin Yaşamı’ alt başlığıyla yayımlanan kitabın yazarı Robert F. Barsky’ye yazdığı bir mektupta şöyle dile getirmiş: “... kişiselleştirilmiş bir çerçeveden hoşlanmıyorum. Dünyada yapılan işler, isimlerini hiç kimsenin duymadığı ve tarih sahnesinden silinmiş, ancak kendilerini bir amaca adamış cesur insanların çabaları sayesinde olmaktadır. Ben onların çabaları sayesinde konuşmalar yapabiliyor, yazabiliyor ve böylece bu çabalara kendi biçimimde katkıda bulunabiliyorum.”

Yıldırım Türker-Radikal-29.11.2008

15 Nisan 2009 Çarşamba

otostop oyunu

Radikalde bir köşe yazısında şu paragrafı okuduktan hemen sonra kendimi kütüphanede Gülünesi Aşklar kitabını alırken buldum.
"Milan Kundera’nın Otostop Oyunu adlı bir öyküsü vardır. Öyküde, iki genç sevgilinin oynadığı bir kimlik oyunu anlatılır. Oyunda genç adam otomobil sürücüsü, genç kız ise otostop yapan bir genç kadın rolünü üstlenir. Fakat zaman ilerledikçe roller öylesine benimsenir ki, oyun gerçeğin yerini almaya başlar. Tehlikeyi sezinleyen genç kız, gerçeğe geri dönmek için tedirginlikle sevgilisine seslenir: “Ben benim... Ben benim...”Ama genç adam gerçeği kabule yanaşmaz."

aslında öykü ilişkilerdeki kuşkuyu anlatması açısından ilginçti.şüphenin çoğu ilişkide her daim olduğundan bahsediyor.bu güvensizliğin ve şüphenin kıskançlıkla meşrulaştırılmasını anlatıyor. sevgili rollerini bir kenara bırakıp 2 yabancı gibi davranırlar birbirlerine.oyun oynarken kadın ve adam birbirlerine hiç göstermedikleri yüzlerini gösterirken kendileri de bu duruma şaşırır,birbirlerinin sınırlarını zorlarlar.öyküde hoşuma gitmeyen taraf ise adamın fahişelere olan tavrıydı.paranı ödedik tavrıyla kadına hoyratça davranması...

12 Nisan 2009 Pazar

mahrem-elif şafak

ben artık film izleyemez,oyunlardan zevk alamaz oldum...kıyamet alameti benim için bunlar...

"Gözbebeği:İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir.Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır.Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka gözbebeğim! diye hitap edilir."

26 Mart 2009 Perşembe

göçmek....

"İstanbul, bir büyük şehir... Geniş, uçsuz bucaksız... İstanbul'a Balkanlardan gelen, her zaman 'soğuk hava dalgası' olmaz a!..Göçmen kuşlar gibi insanlar da göçer gelir İstanbul'a..."

24 Mart 2009 Salı

23 Mart 2009 Pazartesi

pandora'nın kutusu


ağustos sonu ya da eylül başı mikel'den gelen bir mail-mikel o zamanlar san sebastian film festivalinde çalışıyordu- altın istiridye ödülünü pandoranın kutusunun aldığını muştuladı bana.düne kadar filmi izlemediğim için filme dair bir yorum yapmamıştım ama yeşim ustaoğlu'nun daha önceki 3 filmini izlediğimi ve çok beğendiğimi söylemiştim.Güneşe yolculuk-Sırtlarındaki Hayatlar-Bulutları Beklerken-3ü de üzerine çok konuşulmayan,görünmez kılınmak isteyen kadınlar,kürtler,rumlar hakkındaydı. pandoranın kutusunu daha önce hiç gitmediğim yeşilçam sinemasında izledim.hem bilet ücretleri hem de ambiansı açısından uğrak yerim olacağa benziyor.aslında ses sistemi ve de koltuk düzeni çok güsel değil,ama önlerden bi yere oturursanız ve de film sizi içine çekecek kadar güzelse,dış etkenlerden çok da rahatsız olmuyorsunuz.

Aynı festival başrol oyuncusu Fransız Tsilla Chelton’ya da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandırmış,kadının performansı cidden çok iyiydi.Filmde çok az diyolog vardı,3kardeşin anneleriyle ilişkileri makrosunda birbirleriyle,aileleriyle olan ilişkileri konu edilmiş.ayrıca filmde anane ve torunun 23yıl sonra ilk kez tanışmaları ve de beraber kendi içlerine ve köylerine olan yolculuğu anlatılıyor.



20 Mart 2009 Cuma

D.O.T


Kutsalımsı-kutsalımtırak (kutsal olan ekşi:))bilgi kaynağına göre wikipedia olurlar kendileri;DOT Britanya'da doğmuş olan In-yer-face akımı oyunlarını Türkiye'de ilk kez sahneleyen özel tiyatroymuş.Bana gitmek bir türlü nasip olmadı, gelen newsletterlarına hayran hayran bakıyorum sadece,bazen 20ytl vermek istemediğimden bazen de biletleri çok önceden almak gerektiği için gidemedim .Mısır Apartmanında küçük bir tiyatro salonu,kemikleşmiş bir izleyici kitlesi olduğu da düşünülürse zaten bilet bulmak bir hayli zor,ama son dakika bileti diye bir tür bilet daha var o 15ytl,gelmeyenlerin yerleri satılıyor.Geçen arkadaşım gitmiş,Kürklü merkür’e,son kez oynanmış,çok çarpıcıymış,bugüne kadar izlediği en değişik en etkileyici oyunmuş.ben de en eninden kıskandım valla....

Ben bu yazıyı niye yazıyorum. Dot, Bilsar’ın ortaklığıyla, in yer face tarzındaki bir yazarın, Mark Ravenhill’in oyunlar dizisi Vur/Yağmala/Yeniden’ i sahneliyormuş.gazetede bu adamın röportajı vardı.zat-ı muhteremin cevabı çok hoşuma gitti. “Nasıl oyun yazarı oldunuz?” sorusuna “eleme yöntemiyle” diye cevap vermiş Ravenhill. “Kötü bir oyuncuydum, kötü bir yönetmendim, sahne amiri olmam imkânsızdı çünkü çok dağınıktım, tiyatroda yapılacak tek bir şey kalmıştı benim için, oyun yazmak”.

Devlet tiyatrosundan şiddetle olmasa da önerebileceğim oyunlar;sokratesin son gecesi,ben ruhi bey nasılım,ne dersin azizim,ful yaprakları,hiçbirinden çok etkilenmedim ama pişman da değilim,şehirden de tekrar çal sam eğlenceliydi,woody’nin oyunu ama bu sezon oynamıyor sanırım. bi de pera'dan şerefe hatıralar;tüm boyunca o kadar içtiler ki biz de çıkışta soluğu çalıntıda aldık. oyuncular harikaydı..

allahım hazirandan sonra ne acı ki,öğrenci indirimini naftalinleyip evimizin en ücra köşesine koyacağız,taa kii yaşlılık indirimine kadar yediğimiz kazıklardan köyümüze yol olacak....

28 Ocak 2009 Çarşamba

filme çekilesi bi kitap-kimse çekmesin ben çekicem:)


“ Zamanı hep saatlerle ölçmek zorunda değiliz ya, kişisel zamanlama tekniklerimiz de olabilir pekalâ. ‘ARAF’ romanında, Ömer Özsipahioğlu karakteri biçimlenirken karşımda, zihnimde dönüp duran temalardan biriydi bu. Sonunda, bileğinde saat taşıyamayan, her randevuya geç kalan -(benim gibi)- ilerlemeci zaman anlayışıyla bir türlü uyum sağlayamayan ve zamanı müzikle ölçmeye karar veren bir karakter çıktı ortaya. Saatler yerine müzik, dakikalar yerine şarkılar… Bir metro durağından bir başkasına giderken yolda geçen arayı ya da bir randevuya yetişme süresini, kulaklığında durmadan taşıdığı walkmaninde çalan şarkıların uzunluğuyla ölçen bir karakter Ömer Özsipahioğlu. İlerlemeci zaman yerine, müziğin döngüselliği. Zamanın tekrar edilmezliğine inat, müziğin tekerrürleri. İstediğin kadar çalabilirsin bir şarkıyı tekrar tekrar. Şuradan şuraya yürüme süresi, filânca şarkıyı 5 kere üst üste dinlemek demek meselâ ya da Amerika’ya giderken uçakta içtiği iki kahvenin arası dört dakika on saniye değil bir kez Stone Roses’ın Made of Stone’unu dinleme süresiydi. Ömer için bütün zamansal faaliyetlerini artık şarkılar ve onları kaçar kez dinlediği anlatıyordu.”

24 Ocak 2009 Cumartesi

acep hangi filmden?

clementine: seni orada gördüm! beş yıldır falan orada çalışıyorum. tanrım! beş yıl oldu mu?
joel: görseydim hatırlardım herhalde.
clementine: saçım yüzünden olabilir.
joel: ne saçın yüzünden olabilir?
clementine: rengini çok sık değiştiririm. bu yüzden tanıyamamış olabilirsin. bu rengin adı mavi yıkıntı.
joel: öyle mi?
clementine: şık bir isim, değil mi?
joel: beğendim.
clementine: böyle şık isimli boyalar üreten bir şirket var. kızıl tehlike, sarı ateş, yeşil devrim.
joel: işi bu isimleri bulmak olan birileri olmalı.
clementine: sence böyle bir iş olabilir mi? yani kaç tane saç rengi olabilir ki?
joel: onbeş tane belki vardır.
clementine: biri o işi kapmış. turuncu ajan. bunu ben buldum. bir boyaya karakterimi verdim.

ZİNCİRLEME TESADÜF TAMLAMALARI...

Ben tesadüflere inanmazdım, zaten tesadüflere inanılmazmış,sadece olayların belli bir sebebi olmayınca tesadüf denilip geçilirmiş.
Erasmustaki sınıf arkadaşlarımın beş tanesinin de Bask ülkesinden San Sebastian’dan olması,benim de çeyrek porsiyon çerkez oluşum ve de bir rivayete göre çerkezlern ve basklıların aynı kökene dayanması,çok sevdiğim yönetmen Julio Medem’in de San Sebastianlı oluşu ve de benim gibi terazi burcu oluşuna da tesadüf diyelim geçelim.Hatta kendisi “Neden sonra bıktım eleştirmekten, üretmeliydim çünkü ben. Ne de olsa terazi burcuyum, yaratıcıyım “diyecek kadar inanıyormuş burçlara…

Şöyle ki yönetmenin sadece bir filmini izlememe rağmen öyle etkilendim ki , hemen ona” en sevdiğim” sıfatını, filmine de “başucu-tekrar tekrar izlenesi” sıfatlarını layık gördüm. İzlemediğm filmlerinden bahsedersek;yönetmenin ilk uzun filmi “Vacas” (İnekler)Bask sorununu anlatıyormuş ve de bu filmiyle birçok ödül almış.“Zorro “ filmini yönetmesi için Kubrick’in tavsiyesiyle Spielberg Julio Medem’e teklif etmiş ama gelin görün ki Medem kendi filmlerimi yönetmek istiyorum diyerek Hollywood camiasına girmeyi reddetmiş.Ben işte yönetmenin kendi problemlerini dile getireni (bask sorunu)egosunu törpüleyebilmiş olanını severim.
Yönetmenin diğer filmleri,Kaotik Ana,Julio,Kırmızı Sincap,Toprak.Gelelim benim filmime;Kutup Çizgisi Aşıkları(Los Amantes Del Círculo Polar).

Film nasıl başlıyorsa öyle bitiyor,aynı esas kız ve oğlanın isimleri gibi,tersten de aynı okunabilen,ANA ve OTTO.Filmde olayları hem Ana’nın hem de Otto’nun bakış açışıyla görüyoruz.Ana ve Otto farklı sebeplerden aynı yönlere doğru koşarken tanışırlar, o gün Ana babasının öldüğünü yeni öğrenmiştir,Otto da kaçırdığı topu yakalamak istediği için koşar ve Ana düşer,Otto topu yakalamaz ve Ana’yla birbirlerine dikkatli ve uzun uzun bakarlar.
Otto bu olayı “ eğer adamın ayakkabısı topu doğru yöne vursaydı...o zaman alanda kalmış olurdum ve kalede topu tutabilirdim...Herkes beni kutlardı.Ama işler böyle gitmedi.”diyerek anlatır.Ana ise babasının öldüğü gün Otto’yla tanıştıkları için babasının bir oğlan çocuğu olarak yaşadığına inanmaya başlar.

Otto bir gün okul çıkışında Ana’yı beklerken,onu babasının arabasında bulur.Otto’nun annesi ve babası boşanır ve de babası Ana’nın annesiyle evlenir.Otto bir süre sonra Ana’yı daha sık görmek için babasının yanına taşınır.Evde anne ve babalarına çaktırmadan başlar ilişkileri ve de bu gizlilikten ve kaçamaklardan müthiş zevk alırlar.Otto’nun annesinin ölmesiyle,Otto ortadan kaybolur,annesinin ölümünden kendisini sorumlu tutar.Yönetmen filminin akışını kadere,yazgıya ve tesadüflere teslim ediyor.Filmin sonunda Otto’nun ve Ana’nın yolları tekrar kesişiyor,daha önce sözleştikleri yerde,kutup dairesinde…..

Filmde Eternal Sunshine of The Spotless Mind ve Jeux d'enfants tadını bulduklarını iddia edenler var.Filmde Ana diyor ki 'hava soğuk olduğunda pek çok şey daha hızlı olur,rastlantılar mesela..''.bu sıralar da havalar rastlantılarınızı hızlandıracak kadar soğuk,öyleyse umarım bu filmi izlemek gibi güsel bir rastlantı düşer payınıza.Valiente...

19 Ocak 2009 Pazartesi

bugün 19 ocak...

"Çok olmadığımız kesin / Çok olan tarafta değiliz / Türkiye'de Kürt olacağız / Kürtlerde Ermeni / Ermenilerde Süryani / Gidip Almanya'da Türk olacağız/ Hollanda'da Surinamlı / Fransa'da Cezayirli / İran'da Azeri / Amerika'da zifiri zenci olacağız / Çoğalan zencide mutlaka Kızılderili, / İsrail'de Filistinli / Köpeğin karşısında kedi / Kedinin karşısında kuş olacağız / Kuşun karşısında börtü böcek / Hakemler hep karşı tarafı tutacak / Ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı.......

17 Ocak 2009 Cumartesi

Can Yücel'in mal beyanı:):)

Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen
Palandökende bir palan, iki döken
Kastamonu'da üç kasto
Üç fay hattı
Bir çarşamba, iki perşembe, üç Cuma
Bir adet ağaç gölgesi
Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili
Uç ayrı parkta üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank
Bi marmara denizi
Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü
Bitlis'te beş minare

14 Ocak 2009 Çarşamba

L'Étranger


zeki demirkubuz Yazgı filmini albert camus`nün `Yabancı` isimli romanından esinlenerek çekmiş.
the cure de Killing an Arap die bi şarkı yapmış yine Yabancı'dan esinlenerek...

illa bi yenilenin olması bi gerekior,hep berabere kalksak olmaz mı?


“"hep denedin....
yenildin olsun...
gene dene...
gene yenil...
daha iyi yenil"
Samuel Beckett
kader filminin sonunda çıkıorduu....

oyun 444

bn gidemedim..belki siz gdersnz...444 adlı oyun bnm ilgimi çekmştihttp://www.altidansonra.com/

8 Ocak 2009 Perşembe

my blueberrynights

elizabeth: everything has a reason.
jeremy: hmm. it's like these pies and cakes. at the end of every night, the cheesecake and the apple pie are always completely gone. the peach cobbler and the chocolate mousse cake are nearly finished... but there's always a whole blueberry pie left untouched.
elizabeth: so what's wrong with the blueberry pie?
jeremy: there's nothing wrong with the blueberry pie. just... people make other choices. you can't blame the blueberry pie, just... no one wants it.